Küçük Prens’in Gülü

küçük_prensin_gülü

“Lütfen bana bir koyun resmi çiz!”

Aralarında geçen ilk konuşmada, Küçük Prens’in ağzından ilk dökülen sözcüklerdi bunlar. Uçağı kaza sonucu Sahra Çölüne düşmüştü. Motor arızalanmıştı. İçecek çok az suyu vardı. Tek başınaydı. Çölde, yapayalnız…

Belki de Küçük Prens olarak karşısında duran, yıllarca bastırmaya çalıştığı iç sesiydi. Vicdanıydı. Farklı gezegenlerde karşılaştığı her karakter, yaşamda önem verdiği (veya verilen) şeylerin bir sorgulaması gibidir.

Yaşam tekdüze devam ederken öyle bir an gelir ki, kurduğumuz ve içinde yaşadığımız dünya, alt üst olur; yıkılır. Bu yıkım, sonrasında daha cesur, daha dürüst ve eksiksiz bir insan yaşamının yeniden inşası için olmazsa olmazlardandır. Kişi, modern bir insan olarak ölürken, ebedi insan -mükemmelleşmiş, evrensel- olarak yeniden doğar.

Bu, aslında farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda sürekli tekrarlanan bir mitin yeniden yaratımıdır. Mitin kahramanı, bulunduğu durumdan ya da ortamdan kopar/ayrılır, bir erginlenme sürecine girer. Sonrasında ya yenik düşerek parçalanır ya da bütünleşerek başarıyla yaşama geri döner. Bulunduğu durumdan kopma farklı nedenlerle oluşabilir. Buradaki örnekte olduğu gibi bir kaza veya bir hastalık, çok sevdiği birinin kaybı ya da ayrılık acısı olabilir. O an, her şeyin anlamsız geldiği andır. İlk tepki olarak, bir an önce kendine ayak bağı olan her şeyden uzaklaşma, tek başına kalma isteği belirir. Çünkü psikolojik anlamda yalnız kalmıştır. Yalnız kalacağı, yaşamını yeni baştan sorgulayacağı,  yolculuğa çıkma zamanı gelmiştir. Küçük Prens’in gezegeninden ayrılması da böyle bir şeydir.

Küçük Prens’te ilk karşılaştığımız şey, çocukluğuna dönüş yaparak, büyüklerin müdahalesi ile yarım bırakılan, resim yapma tutkusunun dışa vurumudur. Koyun resmi, aynı zamanda kendi küçük gezegeninde sürekli mücadele ettiği yabani çalılar için de bir çözüm gibidir. Koyunlar çalıları yiyecektir, hayatı bir düzene girecek ve rahat edecektir. Ancak, unuttuğu çok önemli bir ayrıntı vardır: Gezegende bıraktığı çiçeği, yani gülü… Onu, orada tek başına bırakmıştır. Dikenleri olsa da, koyunun onu yemesine engel olamayacak, yabani çalılar için bulduğu çözüm, çiçeği için tehlike oluşturacaktır.

Koyun, baobap çalıları ve gül gibi birçok kavram metaforik bağlamda kullanılmıştır. Örneğin gül, hayatta değerli olanları temsil etmektedir. En yakın dostlarını, belki de aşkını. Çünkü, aşk gibi, ansızın çalmıştır kapısını. Herkesten, her şeyden farklıdır, özeldir.

“Derken bir gün, nereden geldiği bilinmeyen bir tohum, diğerlerinden çok farklı filiz verdi.”

Ama o gülünü terk etmiştir. İçini pişmanlık duygusu kaplar.

Bu yolculukta, ona bir tilki rehberlik eder. Önce bir gül bahçesine yönlendirir. Kendi gülüne benzeyen çok sayıda gül vardır bu bahçede. Kendi gülünün nazlı halleri, kaprisleri gelir aklına. Görüntü olarak gülünün biricik olmadığını düşünür. Tilki, ona gülünün neden değerli olduğunu gösterir. Bizim için değerli olan şeyler, emek verdiklerimiz, zaman ayırdıklarımızdır der. Tersten okuma yaparsak, hayatımızda değerli olan kişilere emek vermek, zaman ayırmak gerekir. Karşılaştığı Coğrafyacı, gezegenindeki sönmüş volkanı bile kayda değer bulurken, çiçeğini dikkate almaz. Çiçek kalıcı değildir çünkü.  Bunun farkına varması, terk etmekten kaynaklana pişmanlığının daha da artmasına yol açar.

“Çiçeğim kısa ömürlü. Ve kendini koruyabilmek için sadece dört tanecik dikeni var. Ben de onu gezegenimde tek başına bıraktım.”

Tilki ile karşılaşmaları, onu evcilleştirmesi ve ayrılmaları çok kısa sürer. Onu evcilleştirmesini tilkinin kendi istemiştir. Ayrılık vakti geldiğinde, her dostun yaptığı gibi, tilki de ağlayacaktır. Ama pişman değildir. Az da olsa anılar biriktirmiştir. Üstelik kazançlıdır da. O günden sonra buğday tarlalarının sarımsı rengini her gördüğünde artık, sarı saçlı arkadaşını, Küçük Prens’i hatırlayacaktır. Tilki de onun gülünün neden diğer güllerden çok farklı olduğunun farkına varmasını sağlamıştır.

Küçük Prens, diğer güllere dönerek;

“Güzelsiniz ama boşsunuz.”

“Yoldan geçen herhangi biri, gülümün size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm her birinizden daha önemli. Çünkü ben onu suladım. Cam fanusla korudum. Önüne bir paravan çekerek rüzgârın onu üşütmesini engelledim. Üstündeki tırtılları onun için öldürdüm. Onun yakınmasını, övünmesini dinledim. Ve bazen de suskunluğuna katlandım.”

“Çünkü o benim gülüm.”

Sona doğru bir yılanla karşılaşır. Acı zehri içme zamanı gelmiştir. Erginlenme süreci tamamlanmak, dağılan parçalar yeniden bir araya gelerek bütünleşme sağlanmak üzeredir artık. Bu içsel yolculukta, geriye sadece değer verdiklerinden ayrı kalmış olmanın hüznü kalmıştır. “Koyun, acaba gülünü yemiş midir?” Bundan emin değildir. Yemediğini hayal etmeye çalışsa da, asla gülüne ne olduğunu bilemeyecektir. Çünkü artık çok uzaklardadır.

İçini döker;

“O zamanlar bir türlü anlayamadım. Söyledikleriyle değil, yaptıklarıyla değerlendirmeliydim onu. Güzel kokusu ve ışıltısı bana iyi gelmişti. Asla kaçmamalıydım. Oynadığı aptalca oyunların ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçekler o kadar çelişkili oluyorlar ki!”

Bizler de önemli şeyler (kazanç, kariyer, statü, toplumsal beklentiler v.s.) uğruna, değerli olan şeyleri (sevdiklerimizi, doğayı, yaşamı) ihmal etmiyor muyuz?

Sezai Karakoç’un mısralarında da benzeri bir pişmanlık dile getirilir;

Baharı yaz uğruna tükettik,
Aşkı naz uğruna.
Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna,
Derken ömrü tükettik bir hiç uğruna.

 

 



Kategoriler:Din/Felsefe/Mitoloji, Edebiyat/Kültür/Sanat, Her Şey

Etiketler:, , , , ,

1 replies